Yeniden merhaba sevgili iskemle severler. Biz bir müddet kendimizi dinledik, biraz sanatı biraz da şehrin nabzını… Tiyatroya dönmek bazen bir şarkı, bazen de bir ev gibi. Evimize geldik, iskemlemizi çektik, yaz tatilinden okula dönen çocuklar gibi anlatacak çok şeyimiz var.
KİMSE BİZE KARIŞMASIN AMA BİZ İSTANBUL’A KARIŞALIM
İstanbul’da yaşamanın en güzel yanlarından biri de şüphesiz sanat ürünlerine ulaşabilir olmak olmalı. Aranılan kitaplara kolay erişmek, hemen hemen her gün sahnelenen oyunları izlemek, sergilere, konserlere katılmak ve belki de daha nicesi. Yaşayan bir şehirde olmanın büyük bir kıymet olduğunu düşünüyorum. Bu yüzdendir ki, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği “Suçsuzlar Çağı Suçlular Çağı” oyununu izlemek için Atatürk Kültür Merkezi’ne (Bizim kuşağımızın tabiriyle AKM) geldim. Uzayan insan kuyruğunu görünce bir an telaş etsem de bu sıranın tiyatroya gelenler değil de opera programı için gelenler olduğunu görünce rahatladım. Bu rahatlama bir yandan da sanata gösterilen ilgi konusunda yüzümde bir tebessüm oluşturdu. Atatürk Kültür Merkezi, sahne sanatları için gerçekten konforlu ve seyir kalitesi yüksek bir salon. Bunun yanında görme ve işitme engelli bireylere yönelik çözümlerle her insanın sanata karışabileceği birleştirici tarafıyla yenilenmenin olumlu bir örneği olarak gösterilmeli.
ÖZEL TİYATROLARDA GÖREMEDİĞİMİZ KALABALIK KADRO
Seyirciler yerlerini alırken, hapishane koğuşu olarak tasarlanmış sahnede oyuncular volta atıyorlar ve birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Bu uygulamanın son yıllarda sıkça karşımıza çıkan hoş bir detay olduğunu söylemeliyim. Seyirciler yerlerini alırken ister istemez oyunun içine yavaşça dâhil olmaya başlıyorlar. İç denetimin sağlanması ve seyircinin disipliner bir yapıya kaydırılması adına oldukça faydalı bir yöntemin uygulanması beni mutlu etti. Siegfried Lenz’in 1950’li yıllarda kaleme aldığı tiyatro denemesi olan eser, ödüller alarak yolculuğuna devam etmiş ve İzmir Devlet Tiyatrosu, 1974-1975 sezonunda bu oyunu ülkemizde sahnelemiştir. Rejisör koltuğunda Özgür Yalım, tercüme işlemlerinde de Sezer Duru’nun emeği bulunmakta. 14 kişilik oyuncu, yine 14 kişilik teknik ekiple sahnelenen bu oyunun dekoru da gayet sade ve hikâyenin dokusuyla uyumluydu.
SUÇLU SUSMUYORSA SUÇLU DEĞİLDİR
Oyun başlıyor ve koğuşta birbirinden oldukça farklı meslek, üslup ve yaşam tarzına sahip dokuz mahkûmu görüyoruz. Orada olduklarına dair en ufak bilgisi olmayan bu grup, bir suikastçının karıştığı suikastla ilgili bilgi vermemesi ve suç ortaklarını açıklamamasından ötürü çeşitli yerlerden toplanan dokuz insanı, bir diğer tabirle dokuz masum olduklarını fark ediyordu. Bu insanların bir araya getiriliş gayesinin aslında sadece prosedürü tamamlama üzerine olduğunu süreç içerisinde anlamaya başlıyoruz. İlk andan itibaren sorgulamalar, suçluluk ve şüphe yakıştırmaları, gardiyanların ve hapishanedeki diğer görevlilerin saldırgan davranışları oyun boyu düşmeyecek tansiyonun ilk işaretleri oluyor. Kişiler suçlanıyor, suçlu aranıyor ve nifak zehri koğuşa salınıp kapı kapatılıyor. Bu andan itibaren oyun gerçek kimliğine ve anlatılmak istenen zemine geçiş yapıyor.
ÇÜNKÜ SADECE KORKAKLAR KENDİ AKILLARINA GÜVENİRLER. VE BÜTÜN KORKAKLAR HAKİKATİN ESİRİDİR.
Öfke kavramının suçlama, korku ve telkin ile nasıl kademe kademe yükseldiğini bu sahnede görmeye başlıyoruz. Oyunun bu noktasında zihnimde “İddia şüphe doğurur ve insanı zehirler” ifadesi ışıldıyordu. Suçlu kişinin ortaya çıkmaması durumunda kimsenin dışarı çıkamayacağını anlayan koğuştaki kişiler yavaşça bu nifak zehri ile birbirlerinden şüphe etmeye başlıyor ve bu korkutucu bir boyuta taşınıyordu. Bu andan itibaren baskıcı ve diktatörlük kokan bu totaliter rejimin taktiği daha da korkunç bir hal almaya başlarken paniğin, şiddetin, şüphenin ve kurtuluş umudunun suçlunun bulunmasına bağlı olması seyir tansiyonunu ve temposunu hep diri tutuyordu. Oyunun son kısmında ise kurtulma ümidinin şiddetiyle koğuştaki kişiler saldırgan tavırlara bürünüyor hatta bir üyenin ölümüne bile sebep oluyorlardı. Gerginliğin ve içinden çıkılamayan bu durumun etkisiyle final de heyecan verici olmaya başlıyor, tüm seyirciler suçlunun kim olduğuna odaklanırken silah sesi tüm ilerleyişi durduruyordu. Kısa süren sessizliğin ardından, ölen üye soru işaretlerini sanki seyirci bölümüne serperek oyunu bitiriyordu.
ADALETSİZLİK İÇİMİZİ ÖFKE DOLDURSUN AMA BİZİ İÇTEN İÇE TÜKETMESİN
İnsanoğlunun çıkarı için neler yapabileceğini ve savunduğu inançlar için hangi sınırları zorlayabileceğini, korkulacak bir karaktere bürünme konusundaki potansiyelini anlatması açısından çarpıcı bir oyun diyebilirim. Bazı durumlarda masum veya suçlu arasındaki ayrımın ne kadar göreceli olabileceğini anlatırken başka bir taraftan da kişilerin değerleri ve deneyimleri sonucunda hayatları, eylemleri ve ölümleri hakkındaki seçimleri veya kaderlerini belirlemesi ile ilgili insanlık durumlarını betimliyordu. Küçük bir eleştiri yapmam gerekirse, oyunun bu tekrara bağlayan sonlarına doğru hiç sıkılmadan izlemiştim ancak sonlara doğru tat bozuldu. İzleyecekler için bilgi vermeden yazmak gerekirse, artık aranan adam kimse kim deyip zerre önemsememeye başladığım bir final oldu.
Buradaki rejim, devlet işleyişi ve psikolojiye daha fazla yer ayırmak isterdim ancak maalesef rafine tutmak zorunda kalıyorum. Eserin bu olgularla güzel bir akış ve hatıra sunduğunu belirtmek lazım. Aslında oyun, izleyenlerin suç ve suçlu kavramını sorgulamasına yardım etti. Devlet tiyatroları seviyesinde güzel bir oyundu. İzlemeden önce burayı okuyanlara, keyifli vakit geçireceklerini rahatlıkla söyleyebilirim.
BEKİR GÖKSEL
Yayımlayan