Otobüsün gözüme kâh sarı kâh kırmızı gözüken soluk ışığını seyrediyorum. Mavi yıpranmış kılıflı koltuklarını, parlak kaplaması yer yer soyulmuş metal tutunma direklerini, parlayan neredeyse fosforlu diyebileceğim dur düğmesini..Dışarıda sağanak bir yağmur var, Damlalar otobüs camlarını dövüyor. Başımı oraya yaslasam belki bana da sıçrayacak. Hava çoktan kararmış. Evlerin, dükkanların, sokak lambalarının ışıkları aydınlatıyor çevreyi. Arada korna sesleri duyuluyor, evine gitmeye çalışan insanların gürültüye dönüşen toplu adımları… Sonra şimşekler çakıyor. Aydınlanan havayı birkaç saniyeyle izleyen gök gürültüleri…
Otobüsün içindekilere bakıyorum. Dışarısı kalabalık ama içeride sadece altı kişiyiz. Şoförle birlikte yedi. Dikdörtgen gözlükleri, kafasında saç niyetine birkaç tel olan yaşlı amca hemen şoförün arkasındaki koltuklara oturmuş. Etrafı izliyor, arada göz göze geliyoruz. Hemen başka yöne bakıyor. Saçı iki yandan örgülü, üzerinde kırmızı puantiyeli bir elbise olan küçük kızla mavi eşarplı annesi amcanın yan tarafındaki koltuklarda. İlerliyoruz.
Otobüsün ortadaki büyük boşluğunu geçince hemen sağdaki ilk koltuklardayım. Önüme -büyük boşluğa- valizimi yatırdım. Uzun, yorucu sınavların ardından eve dönmenin huzuru var içimde. Ne iyi gelecek şu birkaç gün. Arkamda yirmili yaşların sonunda gözüken bir adamla annesi var. Konuşmalarından ve benimkinin yanına bıraktıkları valizlerinden anladım. Benim gibi terminale gitmek istiyorlar. Otobüslerine az kalmış, neden böyle yavaş ilerliyor trafik.
“Yetişemeyeceğiz böyle giderse.” Bir annesine bir akmayan yola bakıyor çocuk. Çocuk dediysem anlayın işte. Genç adam. Gerisini dinlemiyorum. Ben yetişir miyim acaba? Geç saate bilet almakla akıllılık etmemiş miyim? Yollar açık olur zannetmiştim. Herkes nereye gidiyor böyle?
Küçük kızla annesinin konuşmalarını duyuyorum. “Sıkıldım, gidelim artık…” Yüzünü buruşturuyor, oturduğu yerden ayağa kalkmaya çalışıyor, eli kolu rahat durmuyor. Anlayabiliyorum onu. Hava pek kasvetli. Hiç ilerleyemiyoruz da üstelik. Annesi kızın simsiyah saçlarını okşuyor, örgülerini düzeltiyor eliyle. “Az kaldı ablacım, varmak üzereyiz.” Annesi değilmiş…
Yaşlı amca şoförün arkasındaki reklam panosunu tıklatıyor. “Yol açılır mı? Acelemiz var evladım. Ne zamana varırız?” Şoför bir eliyle direksiyonu tutuyor diğer eliyle saçlarını karıştırıyor.
“Bilmem ki amca.”
“Bilmez misin?”
“Bilmem…” Şoför konuşmayı bitirdiğini düşünüyor oysa amca ısrarla devam ediyor. “Sürekli gittiğin yol değil mi?”
“Değil.”
“Nasıl?”
“Seferleri değiştirdiler. İlk defa gidiyorum.”
“Allah Allah…” Konuşmanın sonu amcanın ve şoförün karşılıklı söylenmeleri ile bitiyor. Telefonumdan saate bakıyorum. Otobüsümün kalkmasına daha var, evden iyi ki erken çıkmışım.
“Açılmayacak bu yol!” Yaşlı amca yüksek sesle konuşmaya başlıyor. “Otobüsü kaçıracağım.” Kimse tepki vermeyince devam ediyor. “Benim kız hasta, yanına gitmem lazım.” Kızından bahsedince yüzü düşüyor.
“Bir sonraki otobüse binersin amca.” Yaşlı amcanın gözleri sinirle parlıyor yani parlıyordur muhtemelen, ışık sanki iyice azaldı, göremiyorum.
“Yok sonra otobüs. Son sefer bu.” Kimse cevap vermeyince üstelemeye başlıyor. “Sapsana şuradan ara sokağa.”
“Anlamadım.”
“E evladım yol kapalı. Sap ara sokağa. Sıkışıklık geçinceye kadar.”
“Yo-yok amca.”
“Ne demek yok?”
“Yok amca ceza yerim. Güzergâh bu!”
Arkada oturan adamla annesi de katılıyorlar konuşmaya. “Sahi, sapsana yan sokağa şoför bey evladım. Biteceği yok bu yolun.”
“Yok anne olur mu öyle şey? Baksana yasakmış.” Oğlu farklı düşünüyor belli ki.
“Yasaksa yasak, kaçıracağız otobüsü.” Şoför cevap vermiyor.
Ön taraftaki küçük kız yine ayağa kalkmaya çalışınca ablası bu sefer kolundan çekiyor. Biraz sertçe olmalı ki kız ağlamaya başlıyor. “Babamı istiyorum, seni istemiyorum. Sıkıldım, sıkıldım.” Tiz çığlıkları otobüsü dolduruyor. Yağmur damlaları camlara saldırıyor. Korna sesleri arttıkça artıyor. Amca söylenmeye devam ediyor. “Sapsana şu ara sokağa.” Şoför sanki ya sabır çekiyor içinden. Tane tane anlatmaya başlıyor. “Bak amcacığım yol bu. Güzergâh bu. Şimdi ara sokağa saptım diyelim. E biraz ötede durakta bekleyen ne yapacak ben gelmeyince? Hak var hukuk var. Şikâyet yememe değer mi?”
“Bir sonraki otobüse binerler ne var?” Arkadaki teyze söze karışıyor. Yaşlı amca desteklenmenin verdiği güçle diretmeye devam ediyor. “Kızım çok hasta. Yetişmem, gitmem lazım yanına.” Küçük kız ağlamaya başlıyor. “Hani babamın yanına gidecektik, hani…?” Çocuklara özgü bir şımarıklıkla tekrarlamaya başlıyor. “Hani, hani, hani…” “Tamam.” diyor şoför. “Tamam, susun.” Otobüs yan yola-ara sokağa sapıyor. İçimde mutlulukla birleşmiş bir hüzün. Teyze ve amca pek neşeli. Sözlerinin dinlemesinin verdiği mağrur ifade var yüzlerinde. Kalabalıktan ayrılıyoruz. Benim yetişmem gereken bir otobüs yok. Aslında otobüs var ama henüz vakti de var. Ana yoldan ayrılınca sanki birer birer eksiliyor evler. Çevremizdeki bina sayısı azalıyor. Işıklar silikleşiyor. Karanlığa yürüyormuşuz gibi.
Mavi eşarplı kadının telefonu çalıyor. Garip, tanıdık bir melodi. Neredeyse çıkaracağım. Telefonu açıp “Efendim hayatım.” diyor. “Evet, evet varmak üzereyiz. Biz de seni özledik. Hüma mı?” Küçük kız zıplıyor oturduğu yerde. “Bana da ver, bana da ver. Babaaa…” Kadın telefonu küçük kıza uzatırken gittikçe kısılan bir sesle “Peki, madem. Hüma’ya veriyorum.”
Cümle belki de ortasında kesiliyor. Ben zihnimde tamamlıyorum. Hüma’ymış küçük kızın ismi. Babasıyla konuşurken arada arkasına dönüyor. Yüzünü görüyorum. Hüma… O da bir yerleri, bir şeyleri, belki birini hatırlatıyor. “Baba, yanına geliyoruz değil mi? Babacım seni çok özledim.” Sesi kısılıyor birden. “Annemi de…” Mavi eşarplı kadının yüzü düşüyor yoksa bana mı öyle geliyor? Telefon kapanıyor sonra. Kadın camdan bakmaya başlıyor. Yağmur damlalarından başka bir şey gözükmüyor ki. Nereyi izliyor?
“Sen de mi otogara gidiyorsun kızım?” Yaşlı amca! Etrafa bakıyorum acaba bana mı söyledi? “Be-ben. Evet amca.” Valizimi gösteriyorum gözlerimle. “Eee, yolculuk nereye?” Biraz rahatsız oluyorum. Oldum olası sevmemişimdir birbiri ardına sıralanan soruları. Amcanın dikdörtgen gözlükleri başka bir surette canlanıyor sanki. “Nereye gidiyorsun bu saatte?” “Kaç defa söyledim sana, dışarı çıkılmayacak diye!”
“Hep ananın yüzünden bunlar, şımartıyor seni.” “Neredeydin sen?” Çocukluğum azarlanıyor sanki. Yüzüme kallavi bir tokat iniyor. Eve sarhoş girdiği günleri anımsıyorum. Sallanarak içeri giriyor. Babam kapıları kapatıyor, bir eve hapsoluyorum. Aynı dikdörtgen gözlükler. Aynısı… “Gözlüklerimi getir.” Gazetesini okuyacak. Evi arayıp tarıyorum gözlükleri bulmak için. Buluyorum. Babamın yüzünden düşen bin parça. Neden hiç mutlu olmuyor, neden? Sevmiyor beni, biliyorum. Ben de bir anda elimden düşen gözlük gibi, camı gibi parça parça kırılıyor, birer birer eksiliyorum.
“Evime gidiyorum amca, evime…”
Şimşek çakıyor. Otobüsün tavanındaki ışıklar sönüyor. Kırmızılar, sarılar kayboluyor birden. Ani bir “Hiiih!” çıkıyor dudaklarımızdan topluca. “Durun, durun!”diyor şoför. “Açıyorum şimdi.” Sonra açıklıyor. “Elim yanlışlıkla değdi de.” Tuttuğumuz nefesleri geri veriyoruz.
Arka tarafta anneyle oğlunun konuşmalarına misafir oluyorum, amcayı bir kenara bırakıp. “Oğlum, biz şimdi gidiyoruz ama…”
“Eee anne…” Kadın yüzünü asıyor. “Bu kız bize uygun değil oğlum. Ailesi. Hele o babası. Despot, sarhoş, düzenbaz!”
“Anne…” Oğlunun yüzü ne temiz ne müşfik. “Ben Meliha’yı seviyorum. Ailesi umurumda bile değil.” Meliha… Meliha ha! İsme bak, havada süzülüyor. Şarkılar besteleniyor, notalar kulağımda titreşiyor. Meliha, ne şanslısın. Bu oğlanın yüzü ne temiz, ne güzel sever kim bilir. Beni de sevmişler miydi hiç? Ne garip, hatırlamıyorum. Adım neydi benim? Söylenildiğinde ahenkle uçuşur mu harfler havada? Meliha’ya benziyor mu acaba?
“Abla, abla sen elde var on kuş oyununu biliyor musun?” Küçük kız- Hüma konuşuyor. Belki de babasıyla konuştuğu için mutlu. Sesi cıvıl cıvıl. “Bilmiyorum canım.” “Hıh,”diyor Hüma. “Annem olsa bilirdi. Bana o öğretmişti.”
Saymaya başlıyor parmaklarını tutarak. Önce sağ elinin baş parmağını çekiştiriyor. “Bu anne kuş.” Sonra sol elinin. “Bu baba kuş.” İki elinin baş parmağını aynı anda sallıyor. “Bunlar nine kuşlar.” Orta parmaklarına nine kuşlar diyor. Yüzük parmaklarına kardeş kuşlar. Serçe parmakları bükülü. Neşeyle çıkıyor sesi. “Bu daa Hüma kuş.”Parmağını sallıyor. Öyle bir sallıyor ki parmağından kurtulup havada süzülen bir serçe sanki yüreğime konacak. Hüma… Ben bu oyunu biliyorum. Ben bu oyunu birisine öğrettim. Ama kime? Kime? Zihnimi zorluyorum, olmuyor. Her şey tanıdık. Tüm küçük parçalar tam lakin birleştiremiyorum.
Yaşlı amca beni takip etmiş belli ki. Yolculuğun başında gözlerini kaçıran o değildi sanki! Yüzüme bakıyor. Gözleri delip geçiyor. Bakışları kurşun olup saplanıyor. “Sen,” diyor. “Benim kızıma benziyorsun.” Duruyor bir müddet. “Hayır, hayır benzemiyorsun, sen benim kızımsın!” Aynı anda küçük kız- Hüma dönüyor bana. “Benim de anneme! Anne!” Arkadan adamın sesi yükseliyor. “Meliha!” İşte tüm o şarkılar. Tüm uçuşan harfler. Kulaklarıma yayılıyor. Hüma adama el sallıyor. “Baba, baba! Buradayım baba!”
Işıklar yanıp yanıp sönüyor. Gözlerimi kapatıyorum. Bekliyorum, bekliyorum… Neler söylüyor bunlar. Şimdi gözlerimi açacağım. Otobüs eski güzergahında gidiyor olacak. Kim bilir, belki terminale bile varmışızdır. Uyumuşumdur. Rüyadır. Göz kapaklarımı aralıyorum. Bembeyaz bir odadayım. Duvarlar beyaz. Yatak beyaz. Üstüm beyaz. Ellerime bakmak istiyorum. Her yeri pudralamışlar sanki. Parmaklarımı görmek istiyorum. Ellerim nerede? Hareket ettiremiyorum ki kollarımı. Ah! Bağlamışlar mı yoksa? Gözlerimi kapatıyorum bir kez daha. Açtığımda otobüste olacağım. Açtığımda evimde olacağım. Açtığımda sokakta olacağım. Annemin kucağında… Açıyorum. Otobüsteyim. Hele şükür. Etrafımdakilere bakıyorum. Yoklar. Nasıl? Bir kez daha bakıyorum. Kimse yok. Yerimden kalkıyorum. Otobüsün büyük boşluğunda valizim yok. Kimsenin valizi yok. Şoför yok. Şimdi… Etraf kapkaranlık. Bir sokak lambası bile göremiyorum. Otobüs ilerlemeye devam ediyor. Kim sürüyor şoför yoksa? Yolu da göremiyorum. Tavandaki kırmızılı sarılı ışıklar yavaş yavaş sönüyor. Hiçbir yeri seçemiyorum. Neler oluyor hay Allah! Bu otobüs nereye gidiyor?
Yayımlayan