Darülbedayinin, yani İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yeni oyunu olan “Veba” oyununu kaleme almaya çalışacağım. Salgın sebebiyle seyircilerden uzak kalınan sürecin ardından yeni bir oyun sahneleme fikri oldukça cesaretli bir eylem. Pandemi yasaklarının uygulandığı dönemde tiyatro camiası da evlerine kapanmak durumunda kaldı. Bu da beraberinde hem sahne arkasındaki hem de sahnedeki emekçilerin tiyatro kondisyonunun düşmesine yol açtı. Teknik tabiriyle Doms, Anadolu tabiriyle hamlama diye bilinen bu sendromu tiyatro emekçilerinin büyük kısmının yaşadıklarını düşünüyorum. Bu durumda üretmek, yazmak ve yeni bir oyun sahneleme fikrinin zor ve zahmetli olduğunu kabul etmek ve değerlendirmeleri buna göre yapmak gerekir.
Anlatılanı değil izlediğimizi yorumlamalıyız
Öncelikle oyunu izleyen arkadaşlarımın çok farklı yorumları oldu. Açıkçası oyunu izleyenlerin çoğu ya çok başarısız buluyor ya da çok iyi buluyordu. Dolayısıyla sanat dallarının hazlarının ve beğeni kıstaslarının göreceli oluşu nedeniyle, bu konuda farklı fikirlerin oluşmasının da gayet doğal bir netice olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple en güzel gözlem ve kişisel değerlendirmenin, tiyatro oyununun izlenmesiyle mümkün oluşunu unutmamak gerekir. Ayrıca oyunu acımasızca eleştiren kişilerin büyük çoğunluğunun, Camus’un oyunla aynı ismi taşıyan kitabını okumadıklarını da ifade etmesinin eleştirilerin üzerinde etkisi oluşunu fark ettim. Camus’un faşizm alegorisi olarak kaleme aldığı eserde, veba salgını sırasında yaşanan kargaşa psikolojisi anlatılıyor. Karantina döneminde verilen mücadele, belirsizlik ve korkunun egemen olduğu bir dünya canlandırılıyor.
Minimal Sezon
Oyun minimal bir sistemle tasarlanmış. Sahnede iki adet masa ve her oyuncu için bir sandalye dışında dekor yok diyebilirim. Bu konuda çok sayıda olumsuz yorum yapılmış. Bu sert yorumları yapan kişilerin, Şehir Tiyatroları’nın bu sezon sahnelenen yeni oyunlarını “Minimal Sezon” formatında tasarladığından habersiz olduklarını tahmin ediyorum. Oyunun başlamasına kısa bir süre kala oyuncular teker teker gelip masaya oturup bir müddet seyirciyi izliyordu. Bazı oyunlarda kullanılan bu teknik, kimi zaman merak uyandırıyor kimi zaman da yerleşimi hızlandırıp seyirci disiplininin devreye girmesini hızlandırıyor.
Bu hikâye bir yerden tanıdık geliyordu
Oyun başlıyordu. Oyun sonunda beğendiğim noktalardan biri olacak olan ışıklar, etkileyici şekilde yanmaya başladı. Pastel olarak kullanılan mavi ve kırmızı boyama ışıkları, temsilin ilk anlarında oldukça dikkat çekmekteydi. Hikâye Cezayir’in Oran şehrinde geçiyordu. Keyfine ve zevklerine düşkün Oran halkı şehirde yavaş yavaş ortaya çıkan ölü farelere karşı öncesinde oldukça duyarsız davranıyordu. Hayatın farklı alanlarından seçilmiş karakterlerin hepsi bu ölü farelerin veba salgınıyla ilgisini reddediyordu. Açıkçası inanmak istemiyorlardı. Oyunun seyrinde salgın denilen şeyin tüm aşamalarını adım adım yaşıyordum. Fiziksel salgın ahlaki bir salgına doğru ilerliyordu. Salgın toplumun tüm kilit noktalarını etkiliyor, toplumun olumlu ve olumsuz yanlarını da ortaya çıkarıyordu. Ölü farelerin kısa sürede yaygınlaşması ve salgının çeşitli semptomlarla insanlarda da görülmeye başlaması korku ve paniği de beraberinde getiriyordu. Kadın doktor ve gazeteci karakterin merkezinde yürüyen hikâye salgının zirveye çıkmasının ardından yavaşlaması ve son bulmasıyla nihayete eriyordu. Tüm bu gidişat içinde bulunduğumuz salgın süreciyle inanılmaz benziyordu. Sokağa çıkma yasakları, karantinalar ve tedavisi olmayan bu hikâye, günümüzle bağdaştırıldığında çok tanıdık geliyordu. Bu tanıdık süreç kimi zaman insanı geriyor ve ürkütüyordu.
O zaman özür dileyerek fikirlerimi ifade etmek isterim
Sokağa çıkma yasakları, karantinalar ve tedavisi olmayan bu hikâye, günümüzle bağdaştırıldığında çok tanıdık geliyordu. Bu tanıdık süreç kimi zaman insanı geren bir durumdu. Oyunculuktan ziyade anlatımın öne çıktığı bu oyunun hak ettiğinden uzun sürdüğünü düşünüyorum. İlk yirmi dakika konuya direkt girilmediği için konuyu anlayamıyorsunuz. Sonrasında her şey açığa kavuştuğunda ise gereksiz uzatmalarla sıkılmaktan kurtulamadığımı ifade etmek isterim. Normal olarak bir saatte bitilecek bir oyun bir saat otuz beş dakikaya ötelenmiş. Bunun seyirciyi kimi zaman sıktığını, saate bakmak için tuş kilidi açılan telefon ekran ışıklarından anlamam mümkün oldu. Kostüm konusunda da bazı oyuncuların marka ayakkabılar ve yazlık palmiye desenli gömleklerinin konuyla, coğrafya ile ve dönem giyim tarzıyla pek alakası olmadığını olumsuz bir gözlem olarak sayabilirim. Dekor konusunda yazının başında da belirttiğim gibi minimal tarzın hâkim olacağı bu sezonda bu sadelik kabul edilebilir. Oyunculuk konusunda çok yavan bir oyun olduğunu eklemek istiyorum. Daha çok okuma provası akışında süren oyunda birkaç sahne hariç oyunculuğun öne çıkmadığını söyleyebilirim. Oyuncuların temsil ettiği karakterlerin bir derinliği olmadığını gördüm. Sanırım pandemi tedbirleri sebebiyle oyun için iki kadro belirlenmiş. Yakından takip ettiğim ve oyun kadrosunda yer aldığını görünce heyecanlandığım Serdar Orçin’i sahnede göremedim.
Her oyunun güzel bir yanı vardır
Tüm bunların yanında Camus’un romanı ile günümüz salgın süreci arasındaki birçok benzerlik, oyunu izlerken anlam bağı kurmayı kolaylaştırıyordu. Oyunda, ilk vakayı kamuoyuna açıklamaya karar verene kadar geçen zamandaki sancılı toplantıları, bana çok tanıdık gelmişti. Her oyunun mutlaka zor yanları vardır. Bu noktalara odaklanıp hikâyeyi gözden çıkarmak bence doğru değil. Oyun mutlaka izlenmeli ve olumlu ve önemli noktaları heybemizde yer almalı. Salgın denilen kavramın çok masum olmadığını, insan eliyle oluşturulup bir kâr kaygısıyla yürütüldüğünü düşünen biri olarak bu oyunun tüm olumlu ve olumsuz yorumların dışında izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yayımlayan