7 Şubat’a kadar sürecek olan, göç ve göçmenlerin adaptasyon süreçlerine; tarihin farklı dilimlerini aralayarak bakmayı hedefleyen “Öteki Hikâyeler” sergisi Santral İstanbul’da yoğun ilgi ile ziyaret ediliyor. Sergide dikkat çeken eserlerden biri olan “Requiem/Ağıt” adeta ziyaretçileri büyülüyor. Serina Haratoka Tara’nın, 157 yıl önceki Çerkes Sürgünü’nü anlattığı eserinde Karadeniz’in hırçın dalgaları binlerce ip ve bir gemiyle karşımıza çıkıyor. Özel bir mekanizmayla dönen eser, Çerkes şarkısının melodisini ziyaretçilere dinletiyor. Serina Haratoka Tara, “Ağıt” eserini, göç ve sanatın ilişkisini İskemle Sanat’a anlattı.
MİMARLIK FAKÜLTESİ’NE BAŞLADIĞIMDA FOTOĞRAF SANATI İLGİMİ ÇEKTİ
Sizi tanıyabilir miyiz?
1979, İstanbul doğumluyum. İtalyan Lisesi’nde okuduğum yıllarda sanat tarihi, mitoloji, arkeoloji ve resim konularıyla ilgilenmeye başladım. Okulda zorunlu olarak teknik resim ve karakalem resim derslerimiz vardı. Ben de o başlangıç noktasından ilerlemek adına uzun yıllar resim eğitimi aldım. Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne başladığım ilk aylardan itibaren fotoğraf sanatı ilgimi çekmeye başladı. Analog fotoğraf ve karanlık oda çalışmalarına başladım. Mimarlık ideolojik olarak çok istediğim ama pratikte Türkiye gerçeğinde hiç yakınlaşamadığım bir meslek oldu.
KAMERA, DUYGUSAL BİRİKİMİ İFADE ETMEME YETERSİZ KALDI
Bir taraftan da yabancı dillerdeki rahatlığım ve sanat tarihi ilgim sebebiyle turist rehberi olarak çalışmaya başlamıştım. Seyahat etmek ve farklı kültürleri tanımak adına bu meslek sayesinde tüm dünyayı dolaştım. Daha artistik bir anlatım arayışım ve fotoğraf aşkım beni Barcelona’da butik bir sinema okuluna götürdü. UACE’de rejisörlük ve görüntü yönetmenliği dallarında ikinci üniversite eğitimimi tamamladım. Sonra beklenmedik bir aşk hikayesi sayesinde uzun yıllar sonra Türkiye’ye evli bir kadın olarak döndüm. Fotoğraf çalışmalarım senelerce hem sanatsal hem ticari olarak devam etse de kamera duygusal birikimimi ifade etmekte yetersiz kalmaya başladı. Tekrar yolun başına resim sanatına geri döndüm.
SANATSAL VE KÜLTÜREL FARKINDALIĞI TOPLUMA YAYMAK İÇİN OĞLUMLA ÇALIŞMALAR YAPIYORUZ
Şimdi birden fazla disiplini bir arada uyguladığım bir yolculuğun içindeyim. Kavacık’ta bir stüdyom var, bağımsız olarak çalışmalarımı orada sergiliyorum. Yurtiçi ve daha çok yurtdışında birçok galeri ve organizasyonla fuarlar ve sergilere iştirak ediyorum… Bir taraftan Kültür Mantarı Sanat Hareketi isimli bir sosyal sorumluluk projesi yürütüyorum. Sanatsal ve kültürel farkındalığı topluma yaymak amacıyla 10 buçuk yaşımdaki oğlumla çeşitli çalışmalar yapıyoruz.
BİRBİRİMİZİN YARALARINI TANIYARAK BİR OLMAYI ÖĞRENMELİYİZ
Geçmişin derinliklerindeki acıyı hafızalarımızda yeniden canlandıran ve günümüzün görmezden gelinen acılarıyla yüzleştiren bir eser var karşımızda. Bu eserin ortaya çıkış aşamalarındaki hikâyeler bize ne öğütlüyor?
1864 yılında gerçekleşen ve öncesinde yüzyıllık bir savaşın izlerini taşıyan korkunç bir olay Çerkes Sürgünü. Hem güçlü bir topluluk olmaları hem de Müslümanlığı seçmeleri sebebiyle Ruslar tarafından korkunç bir baskıya maruz kalmış, soykırım ve sürgünle derin yaralar almış atalarımın hikayesi. Benim bu hikayeyi anlatmaktaki çabam insanlara acıklı bir sayfa açmaktan öte birlikte yaşadığımız bu topraklarda birbirimizin yaralarını tanıyarak bir olmayı öğrenebilmekten geçiyor.
ÇERKESLER’İN NELER YAŞADIĞINI AZ İNSAN BİLİYOR
Ülkemizde 5 milyondan fazla Çerkes yaşıyor ancak sürgünü ve Çerkesler’in neden bu topraklara göç etmek zorunda kaldıklarını veya yolculuk esnasında ya da Anadolu’ya vardıktan sonra neler yaşadıklarını pek az insan biliyor. Tarihi birkaç isim, Türk mutfağına geçmiş bir iki yemek ve saraydaki cariyeler gibi klişe birkaç bilgi dışında kültürü gerçekten tanımayan milyonlarca Türk olduğunu biliyorum. Bu eser, o korkunç hikayenin en üzücü yerinde, her iki toplumun ortak coğrafyasında Karadeniz’de yaşananlara odaklanıyor. Birbirimizi tanımak adına açılan bir kapı gibi dalgalar salındıkça hikaye izleyicinin zihninde yayılıyor… Bir olabilmek için yapbozun tüm parçalarını gözlemlemek ve tanımak diyelim.
NİYET HEP BAKİ
Eser günümüze ve geleceğe nasıl ışık tutmalı?
Her eser doğal olarak sanatçısının bakış açısıyla şekilleniyor. Yoğunluk derecesi farklı olsa da her sanat eserinin bir isyanı, ifade ettiği bir konu veya bir önermesi olduğunu kabul ederiz. Bu öznel bakışın dünyaya yaptığı bu öneri farklı disiplinlerle daha geçirgen, daha anlaşılır bazen de belli belirsiz olabiliyor. Sanatçı o anki odağından uzaklaşabilir, durumlar, fikirler değişebilir, izleyicinin algısı bambaşka bir açıya kayabilir ancak eserin yaratıldığı andaki niyet hep baki.
ESERLERİMDEKİ ÖNERİM, RUHANİ FARKINDALIĞIN ARTMASI
Binlerce versiyonumuzdan birinin açtığı bir pencerede nasıl sorusuna cevap yok bence. Olması gerektiği gibi diyebilirim. Niyet manipülasyon, ticari kaygı, popülerlik vs. bile olabilir, dediğim gibi uçsuz bucaksız bir denizi çerçeveye sokmak pek mümkün değil. Benim genel olarak eserlerimdeki önerim bu dönemimde, insanlığın “ruhani farkındalığı”nın artması yönünde. Tüm akımlar, fikirler ve yaşam gibi o da değişim ve gelişime açık bir yerde duruyor.
GÖÇ, İNSANIN YÜREĞİNE KOCAMAN BİR TAŞ GİBİ OTURUR
Sanat tarih boyunca krizlerden, dramlardan beslenmiş bir yapı olarak karşımızda duruyor. Göç, bir insanlık dramı, insani kriz oluşturuyor elbette fakat sanatı da oldukça besliyor. Tarih boyunca önemli eserler bırakmış yazarlar, ressamlar kısacası sanatçıların geçmişine baktığımızda göçmen olduklarını görüyoruz. Göç ve sanat ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Sanatçının bir derdi vardır dedik ya, genelde sağlıklı koşullarda, kendi güvenli alanında dert edinen insan pek az oluyor. Yok mudur vardır elbet. Ancak dalgalanmalar, ruha dokunan eller, renkler, dokular ve kelimeler gerçekten o gelgitleri bir yerde tecrübe etmiş ruhlardan çıkınca daha otantik oluyor. Göç (isteksizce zorunlu olarak zor koşullarda vatanını terk etme durumu), insanın yüreğine kocaman bir taş gibi oturur. Ekonomik koşullar, eğitim, sosyal hayat vs. uyumlanmış olsa da o koparılmışlık duygusu hiçbir yere sığmayan, hep bir noktaya hafif hafif batan bir diken gibi rahatsız eder insanı. Rahatsız insan, bilim insanı veya sanatçı ise dünya şanslı konuma düşüyor. Kazara siyasetçi olursa işler karışıyor maalesef.
GÖÇÜN SANAT TARİHİNDE YERİ ÇOK BÜYÜKTÜR
Eksiklik duygusunu bir şekilde ifade ederek doldurmaya çalışıyor insan. Bence en büyük ilham budur. Yaşanılan tüm tecrübelerde tam olamama sanatçıyı inanılmaz rahatsız ediyor, kimisi hayatı gereği o duyguyu yaşarken kimi de hayatında özellikle o eksiklikleri yaratacak durumları seçerek kendine sanatı ile dolduracak boşluklar açıyor… Göç doğallıkla var olan ve kapanmayan bir yara gibi ilham perilerinin üstünde uçuştuğu bir tecrübe bu yüzden sanat tarihinde yeri çok büyüktür…
Yayımlayan