I.
Arapçada canlı olmak anlamına gelen ‘hayy’ kökünden müsemma hayattan bahsedeceğim size bu gece. İnsanlar, hayatı çoğu zaman hunharca deneyimlemenin adına yaşamak demiştir. Filozoflar ise hayatı anlamlandırmaya çalışmakla ömür tüketmişlerdir. Şairler, süslü kelimeleriyle onu bazen var olduğu haliyle bir şeylere benzeterek bazen de parçalarına ayırarak nitelendirmişlerdir*. En nihayetinde kimsenin kendisi hakkında ne dediğini umursamadan devam eden yaşam mücadelesi günlerin ve yılların birbiri ardına gelmesiyle vakit bağlamında bir kemiğe bürünerek içinde bulunduğumuz ana kadar süregelir. Hayatın devam etmesi, canlılar için fizyolojik bazı gerekliliklere bağlıdır. Kalbin vücuda kan pompalamaya devam etmesi ve nefes alıp vermek gibi. Hayatın belirli sınırlar içerisinde durduğu anlar olmuştur fakat her zaman bir yerlerde kendi temposunda olduğu gibi devam etmektedir.
“Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum
Ben geldim geleli açmadı gökler…”
“Hayat
Dört şeyle kaimdir, derdi babam
Su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
Ona kendimi sonradan ben ekledim…”
II.
Bu hikayeyi kelimelere dökerken ruhumu ve bedenimi çepeçevre saran ızdıraplardan biraz uzaklaşıp size gerçeklerden bir kesitin tablosunu aktarmak istedim. Fakat ‘biraz’ yeterli gelmedi ve yeterince uzaklaşamadığım her an aynı çamurun içinde debelenip durdum bir süre. Birbirine geçirmekten zangır zangır titreyen dişlerim teker teker dökülürken anladım uzaklaşmanın yetmeyeceğini. Ve o dayanılmaz sancıya göğüs gererek hızlıca geri dönmek üzere bir süreliğine terk ettim titrek haliyle kıvranan bedenimi ve pörsümüş ruhumu. Şimdi bu kısacık an içerisinde size gerçekleri resmetmeye çalışacağım. Boya, fırça, renkli kalemler, çeşitli aletler ve silgi kullanmadan. Elimde hızlıca yitip gitmeye başlayan dar vakit, kenarları buruşmuş beyaz bir yaprak ve kötü bir bıçakla traş edilmiş kalemden başka bir şey yok.
III.
Ağustosun son günleriydi. Nefes alıp vermekte zorlandığımız günler. Soluduğumuz havanın içinde yüzde bilmem kaç oksijen ve azot varmış. Yalandı. Benim soluduğum hava yüzde yüz acıdan meydana geliyordu. Biraz gözyaşı, çığlıklar ve iniltilerden oluşan acı karışımını soluyordum ben. Hava, acıyı insanlardan daha iyi taşıyordu. Ben o acıyı taşırken defalarca altında kaldığımdan biliyorum, bir insanın omuzları onu taşımak için kesinlikle yetersiz kalıyor. Ve o günlerde şunu öğrendim, acının yaşadığı zaman ile insanın yaşadığı zaman arasında büyük bir fark var. Acı milisaniyelerde artış gösterirken bir insanın bunu hissetme süresi günlere, aylara ve hatta senelere denk düşebiliyor. İşte soluk alıp vermenin zor olduğu bir Ağustos gününde acı için hızlıca gelişen bir şey gerçekleşti. İnsanların binip gözden kaybolduğu ve biraz sonra içinden başka insanların çıktığı o yere üzerinde bulunduğu tekerlekleri sürüyerek götürdüler onu. Sıkıca tuttuğum ellerimi büyük bir güçle kenara iterek saniyeler içerisinde beni tutunduğum daldan mahrum bıraktılar. Acının aksine benim için ne kadar süreceğini tahmin etmekten dahi aciz olduğum bir zaman başladı. Günlerim ise sayı saymayı öğrenmekle geçti. Bazen saniyeleri, dakikaları, saatleri bazen ise sadece anılarımı saydım. Günler boyunca gözyaşlarımı nereye koyacağımı bilemez oldum. Ki ben yaklaşık yirmi yıldır gözyaşlarımı özenli vitrinlerde ağırlardım. Kafamı çevirdiğim her yer keder. Soluduğum havanın her partikülü ise acı. Durdum. Durdum ve döndüm bir başıma. Durdum ve çıktım bir başıma rahmet duasına. Biraz yağmur yağsa gözyaşlarımı avuçlayıp yerlerine ulaştıracak gibiydi. Ağustosun son günleri sıcağı ve acıyı birlikte soluduğum bir İstanbul’da kafamı göğe çevirip yağmur bekliyordum. Meydanın orta yerinde sağımdan solumdan önümden ve arkamdan geçen onlarca insanın aksine durdum. Durdum ve herkes kaçışırken yağmurun altında bekleyen bana doğru gelişini görmeyi diledim. Orada bana doğru yürüseydi, yağmuru ve soluduğum havayı unutabilirdim… Ağustos’un son günleriydi. Işıklı büyük bir kapının önünde günlerce bekledim. Gelip geçenler oldu, gülüp ağlayanlar… O büyük beyaz kapının önünde ellerimi, çeneme dayadığım dizlerime kenetleyerek bekledim günlerce. Ciğerlerimde soluduğum acı ve gözlerimde nereye yol alacağını bilemeyen yaşlar, bekledik günlerce. Beyazlar kapıdan girip çıkıyorlardı, yürüyerek çıkan beyazlar ve cepsiz beyazlara sarılmış yatarak çıkan beyazlar vardı. Ben ise kapının duvar ile kesiştiği o renksiz köşede kesik soluklarımla beklemeye devam ettim. Gelip zorla götürmeye çalışanlar oldu, tutup sarsanlar… orada öylece bekledim. Günlerim sayı saymayı öğrenmekle geçti. Zor da olsa öğrendim ve o günler geçti. Dört duvar arasında, acıyı beraber soluduğumuz günler geri geldi, geçti. Gelenin geçmeyi henüz bilmediği zamanlardı fakat onlar da acıyı soluyarak yavaş yavaş öğrendi.
IV.
Soluduğum havanın taşıdığı acı bitmedi. Her dakika yankılanan yeni sesler ise o acıya eşlik etti. Ciğerlerimin solumayı unuttuğu zor günler oldu. O zor günlerde ruhumun yalnızlığı acısına acı ekledi sadece. Bir başına kendine nefes almayı ve ayakta durabilmeyi hatırlatmak işkence haline geldi. Havadaki acı artmaya devam etti. Ve insan şunu öğrendi; zor bir günde kimse olmuyormuş yanında Allah’tan başka. Sonra şair ekledi:
“Allah’tan ve annemden başka kimsem olmadı…”
Ayakta durdum fakat kalbimin de durduğu zamanlar oldu. Kimse olmadı yöremde. Durdum ve onlara mazeretler buldum. Sövdüm kendime. Kalbime pompalamayı hatırlatmaya çalıştığım günler oldu. İçimde, insan olan yanlarımı törpülemek istedim. Hassas hiçbir şey, kılcal düşünceler kalmasın istedim. Anlamak istemedim, durdum ve çığlıklarla sordum; nerede iyi ve kötü gününü paylaştığım insanlar, neredesiniz? Durdum ve bu kasırga kıyametimi paylaşmaya niyetlenen kimse olmadığı gerçeğini havadaki acıya ekleyip yavaş yavaş soludum. Durdum, ağladım, yıkıldım ve kalktım. Soluduğum havanın taşıdığı acı dinmedi.
VI.
“Dört duvarın, tel örgünün, meşhur yasakların sahipleri
Seyir bile edemezken içimizdeki şenliği
Yılgı yanımıza yanaşamazken
Bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat
Yıkılmak elinde mi?”
Hayat ve hikâye dedim. Ruhumdan ve ızdıraplarımdan uzaklaşarak anlattım fakat ne kadar uzağa gidersem gideyim çok yakınındayım. Hayat, ızdıraplar ve hikâye içimde. Fakat yıkılmak elimde değil.
Yayımlayan