Son replik hâlâ kulaklarımda çınlar: “Herkes bir şey öldürüyordu, ben seni yaşatmaya çalışıyordum.”
Öncelikle ifade etmek isterim ki sahnelenmiş tiyatro oyunlarına dair yazdığım ve yazacağım metinler, tamamen kendi fikirlerimi içerir. Bir oyunu sahneye taşımak için uğraşan, buna zaman, bilgi, tecrübe ve fikirlerini ekleyerek topluma sanatsal bir ürün armağan etmiş tiyatro emekçilerini eleştirmeyi haddim olarak görmüyorum. Benimki sadece, izleyici gözünden bir aktarım, bir anı paylaşımıdır.
Fatih, Bozdoğan Kemerleri’nin altında bulunan Reşat Nuri Sahnesi’nde gerçekleşecek “Karıncalar – Bir Savaş Vardı” oyunu için salona girdiğimde, içimde heyecanlı bir bekleyiş vardı. Esasen oyun hakkında pek bilgim yoktu. Beni oraya getiren sebep Mert ağabeydi. Mert Turak ile 2011 yılında tanışmıştım. Kendisinin, tiyatro kültüründe sanatın etik değerlerinden kopmadan yetişmiş bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Toplum olarak onu, “Mucize” filmindeki başarılı oyunculuğu ile hatırlasak da aslında kendisi tiyatro sektöründe çok sayıda projede yer almış ve tiyatro kariyeri başarılarla doludur. Mert Turak, “Dârülbedâyi” çatısı altında 2000’li yılların başlarından bu yana görev alan bir oyuncudur. Bizler her ne kadar “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları” olarak bilsek de ben eski ismi olan “Dârülbedâyi” kelimesini kullanmaktan çok keyif alıyorum.
Rahmetli Muhsin Ertuğrul’un tiyatro için revize ettirdiği Reşat Nuri Sahnesi, aslında eski bir askeri depo. Sahnenin, fuaye yani dinlenmelik alanının ve koltuklarının çok estetik, konforlu ve modern olduğu söylenemez. Ne kadar elden geçirilmiş olsa da, depo olarak kullanıldığı gerçeği bir şekilde mekânın dokusuna işlemiş. Salonun vakti zamanında askeri depo olarak kullanılması ile oyunun konusunun savaş ve askerlik üzerine olması aslında tebessüm ettirecek bir tesadüf olarak karşıma çıktı.
İki eser çok başarılı bir şekilde birleştirilmiş
Oyun Boris Vian’ın “Karıncalar” ve John Steinbeck’in “Bir Savaş Vardı” eserlerinden Gökhan Aktemur tarafından uyarlanmış, Ergün Üğlü tarafından da sahneye taşınmış. Sahnede oyuncu olarak da Mert Turak var. Tek kişilik oyunlar, genelde tiyatro seyircileri tarafından mesafeli yaklaşılan oyunlardır. Seyirciler sıkılacağını, dikkatinin bir zaman sonra dağılacağını düşünür ve tekdüze bir oyun izlemekten korkar. Fakat bu oyun için bu korkuları hissetmemek gerekiyor. İki eser çok başarılı bir şekilde birleştirilmiş. Hem ülkemizde hem de dünyanın genelinde, savaş hikâyelerini ele alan oyunlara karşı bakışlar biraz temkinlidir. Savaşın kendisi hali hazırda can sıkıcı bir mesele olduğundan, savaş temalı oyunlar da haliyle seyirci tarafında pek güçlü bir yer edinememiştir. Bu oyunun, bu genellemelerin dışında kaldığına aslında oyunun sonunda tecrübe ederek kanaat getirmiş oldum.
Oyun başlıyor. Işıklar açıldığında, oyunun akışında aslında gemi kamarasına, tarlaya ve cepheye dönüşecek dekorun çok güzel konumlandırıldığını gördüm. Sahnede bir asker görünüyor. İsimsiz gencecik bir askerin isimsiz bir ülkede neyin savaşını verdiğini bilmeden savaşmasından, canına tak edip kaçmasına kadar olan süreyi sevgilisine hiç göndermediği mektuplar halinde anlatışı insanı etkiliyor. Hayalleri öylesine masum, şaşkınlığı öylesine gerçek, tepkileri öylesine doğal ki, savaşın korkunçluğunu, tuhaflığını ve anlamsızlığını tekrar tekrar izleyicinin yüzüne çarpıyor.
İlk yarıdaki komik sahneler, son sahneye doğru yerini trajediye bırakıyor. Kahkaha attığı, beklentiye girdiği, kulak ardı ettiği şeyler içini oyuyor, canını yakıyor.Arkadaşlarını kaybediyor, işkenceye tanık oluyor…
insanın insana kurduğu tuzağın acı yanıyla karşılaşıyoruz
Son sahnenin etkisini tarif etmek oldukça güç. Asker mayına basıyor ve oyunun akışı o anda bir noktada sabitleniyor. On beş dakika boyunca bir mayına ayağı basılmış şekilde hiç hareket etmeden oynuyor. Bu başlı başına kondisyon gerektiren çok zor bir mizansendi. Bu bölümde asker, yeryüzünde saklanmış on bir milyon mayın olduğunu söylüyor. Mayının yirmi iki dakikada döşendiğinden, yirmi iki dakikada döşenen mayının saniyeler içerisinde bu dünyada nefes alan bir canlıyı yok edebileceğinden bahsediyor. Yani, insanın insana kurduğu tuzağın acı yanıyla karşılaşıyoruz. Bu sahne beni en çok etkileyen kısımdı. Sahnenin üstünden dökülen gerçekçi yağmur efekti ile ıslanan asker, burada savaşın ortasında oluşunu tüm bedeniyle ve ruhuyla bizlere anlatıyor. Mert Turak, oyuna tüm benliğini katarak, fiziksel tüm şartları zorluyor. Öyle ki oyunda, kendini tokatladı, suda yuvarlandı, yağmurda ıslandı, ellerini yerden kesecek şekilde sahnede şınav bile çekti.
Bugüne kadar izlediğim tiyatro oyunlarında, ekip ruhunun ve uyumumun sahneye nasıl yansıdığını gözlem becerimle takip etmeye çalıştım. Bu temsilde gördüğüm kadarıyla, görev alan tüm kadronun bir ekip uyumunu sağladığını belirtmek isterim. Bütün detaylar birbirini tamamlamış. Oyun boyunca Mert Turak, savaşta diğer askerlerle yaşadığı anıları anlatırken, kendinden başka diğer karakterleri de usta bir performans ve oyunculukla canlandırdı. Bu iyi bir aktörün başlıca özelliklerindendir. Kendisiyle yapılan bir röportajda, her oyun seansında yaklaşık yedi yüz yirmi kalori harcadığından söz etmiş. Oyundaki düzenin, duygunun iki yüzüncü temsilde oturduğunu da eklemiş. Hakikaten oyun esnasında bunu fark ettim. İnanılmaz bir gayret sarf ediyor. Duygular, geçişler hiç sırıtmıyor.
Keyifli bir kış akşamında, güzel bir tiyatro oyununu izleme hatırasını iç cebime iliştirip kürkçü dükkânına doğru yola çıktım. Son replik hâlâ kulaklarımda çınlar: “Herkes bir şey öldürüyordu, ben seni yaşatmaya çalışıyordum.”
BEKİR GÖKSEL
Yayımlayan