KIRILMANIN FELSEFESİ

Her şeyin felsefesi yazıldı çizildi. Tüm ikramlar sunuldu. Pay edildi. Hisseler kotarıldı. Elbet buna da sıra gelecekti. Gelmeliydi. Bir gece ansızın. Hassasiyetle ilgili bir söz var ki dilimizde sakız. Hangi sayfayı açarsanız açın, sizi ikna etmek için karşınızda beliriveriyor. Bulamadınız mı o sözü? Nasıl olur? Demek ki yeteri kadar hassas değilsiniz. O hâlde okuyun şimdi, yeterince hassasım. Bu söz kemik gibi benimle dolaşır: “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir. “ Goethe’ye ait bu söz, evet benim boynumda muska gibi dolaşır.

Goethe’yi bilirsiniz. Şaşaalı bir hayat sürmüş, madden sıkıntıya uğramamış bir Alman beyzadesi. Yaşadığı evi görmelisiniz. Almanya/ Frankfurt’ta yer alan evi, bugün müze olarak kullanılıyor. Meraklıları “Goethe House” diye aratıp iyice inceleyebilir. Evi incelerken bu sözünü de düşünün ama. “ Böyle bir evde dünyanın bir cehennem olduğunu nasıl sezdin? “ diye Goethe’ye sorun. Cevabı acı bir tebessüm olacaktır. Demek ki bu iş, malın bilek bükemediği bir iş. Hassaslık. Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir. Evet, bu cümleyi felsefemizin temel cümlesi seçiyorum.

KIRILMAKLA TANIŞMAK

Çocukken, babam konuşan oyuncak bir bebek satın almıştı bana. Sarı saçlı, gelinliği olan, yürüyen bir bebek. Böyle anlatınca nasıl da havalı duruyor değil mi? Bir gün bebeğim arkadaşımın kucağındaydı. Koşup duruyorduk. Bir taraftan içim gidiyor ama ses de çıkaramıyorum. Beklenen genelde olur. Arkadaşım düştü, bebeğim kucağından fırladı. Ve oyuncak bebeğimin bacağı kırıldı.

Çat! Arkadaşım bir ağladı, ben iki ağladım. Tabii ki ona da üzüldüm ama daha çok henüz pek de oynama zamanı bulamadığım bebeğime ağladım. Kırılmayla tanıştığım yıllar o yıllar olabilir. Ya da babamın papağan aldım sana diye kandırdığı, sonra eve eli boş geldiği yıl mıydı? Ya da öğretmenimin birinci sınıfta saati bilemedim diye attığı tokat sonrası mıydı? Ne fark eder? Üç aşağı beş yukarı aynı tarihler olsun hadi. Ama tüm bunlarda his ortak. Derin, sızlayan, ağlatan bir yangı. Kırılmanın tarihi böyle başlasın. Tüm kırılmalar illaki bir şekilde başlar. Bu tamir edilmediğinde ruhu kaplayan bir şey olur. “ Şey, her şeyi tutan bir şey.” Bu tamirsizlik hâli, kırılmanın encamını da belirler.

Yukarıda bu felsefenin temel cümlesini söyledik. Şimdi de diğer cümlesini söyleyelim bari de felsefemiz daha da kuvvetlensin. Bir atasözü bu. “Tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış.” Kırılgan insanların hiç değişmeyen kaderi müzmin bir tavşan olmalarıdır. Zavallılar, karşılarına aldıkları koca dağlar tarafından görülmemektedirler. Dağın çevresini dolanıp kendilerini göstermeye çalışmaksa beyhude. Zaten bu, kırılmış bir tavşan tutumu olamaz da. Hem kim kırgınlığını belli etmeye çalışan birine kırgın der ki?

KIRILMAK…

Kırılırken alınan darbeler, kıranın tutumuna bağlı olarak artıp azalabilir. Kimisi sadece bir çizik olarak kalsa da kimisi onulmaz birer yaradır artık. Evet, sahibinin açtığını fark etmediği, fark etmedikçe de derinleşen bir yara. Katil belli ama suçu üstlenmiyor. Bize yaralanmayı kim öğretti?

Kime kırılırız? Ya da kime kırılmalıyız? Bunun kesin öznelerini belirlemek çok zor. Ama belki de bu özneler sevgisine en çok güvendiklerimizdir. Ne deriz o an? Şunu mu? “Bir şey koptu içimden, şey, her şeyi tutan bir şey.” Kırılmanın gerçekleşmesi için, bu sözün havada kalması ve muhatabını bulamaması lazım. Bulursa kırılma hasarlı olur. Binlerce film çekiliyor. Belki daha fazla müzik besteleniyor. Birbirinden estetik tablolar salınıyor galerilerde. Sanat diye nitelendirdiğimiz ne varsa hassaslığın yanında. Ama beni, ormana girerken baltasının ağzını bağlayan derviş silüeti kadar etkileyemiyor tüm bunlar. Biz hissizlik baltalarımızın ağzını neden hiç bağlamıyoruz? Bizi, dervişin karşısında hassas olmaya sevk ettiği ot kadar, börtü böcek kadar, yeşilce bir dal kadar bile değer biçtirmeyen o şey ne? Bilsek belki kazanlarda kaynatırdık formülünü.

Kırılganlığı ne besler?

Yaşlıların daha kırılgan olduğu söylenir. Ki öyledir de. Bunun sebebi dünyayı eleyip tam da duvara asmışken eleği, karşılarında dünyanın yeniden belirmesidir belki de. Yani tam kurtulduğunu sandığı şeye yeniden toslaması bir anlamda. Düşerken tutunduğu tuğlayı Rab bellememe hâli. Kırılganlığı ne besler? Bunu besleyen en temel besin âleme dikkat etmekten geçer. Duvarı kaplamış bir yığın sarmaşığın yanından öylece çekip gidiyorsanız, kafanızı gökyüzüne çevirdiğinizde mavinin o en güzel tonunu yakalayamıyorsanız, haberleri izlerken keyifle yemek yiyebiliyorsanız, “ölünce Allah’a her şeyi anlatacağım.” diyen üç yaşındaki çocuğun seslerini susturabiliyorsanız, kendinizi her anlamda garantiye almanın derin huzuru içindeyseniz bu besinden mahrumsunuz. Ne güzel. Karşınızda bu ve nicelerini her gün avuç avuç yiyen bir güruh, sizin onları kırmanızı bekliyor. Buyurun.

Her şeyin felsefesini yazdık evet. Her şeye tanımlar uydurabildik. Çünkü insan tanımlamalarda birincidir daima. Tespit etmelerde ikinci. Tamir etmelerde sonuncu. Her şey zıddıyla kaim diyorlar. Kırılmak olmasa kırmak da olmayacak mı yani? Felsefeyi sona erdirirken reçete de sunalım o zaman: İçinizde kırılıp duran o çocuğu kırma makinelerinden koruyun. Zira onlar, bunun farkında değiller. Bir de farkında olsalardı.

FATMA ÜNSAL

Yayımlayan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir