Semt sokaklarının sıvası dökülmüş duvarlarına büyük harflerle “Şiir nedir?” yazmalıydık. Belki o zaman şiire bir tanım bulabilir, onu modernizmin popülarite pençesinden, gökdelenlerin tepesine çıkaranlar veya magmaya kadar gömenlerin elinden kurtarabilirdik. Herkesin şair, alt alta her yazılanın da şiir olduğu bir ülkede henüz kitap kapaklarına yazacak bir tanım söyleyememiş olmamız utanç verici. Şiir tanımlamasına sahip olduktan sonra kaleme alana poet, onun üzerine düşünülmüş olan teorilere de poetika diyeceğiz, bunlar hazır. Ama şiir nedir?
Poetika fikrinden ilk bahseden kişi Aristoteles’tir. “Her şeyin felsefesi var da şiirin olmaz mı?” diyerek yola çıkmamış olsa da bu konu üzerinde çeşitli yorumlar ve yönlendirmeler yapmıştır. Bütün şiir biçimlerini ve ölçülerini tek bir kelimeyle özetler. Şiiri bir kelimeye indirgemek fikrini tartmadan önce, Aristo “şiir” dediğinde kastettiği içerikleri sıralayalım; epopoiia[1], tragedya, komedya, dithyrambos[2] ve çeşitli çalgı aletlerinden ortaya çıkan müzik. Bütün bunları tek bir kelimenin gölgesine sığdırabilmiştir feylesofumuz; taklit. Farklı biçimlerde, farklı araçlarla ve farklı nesneleri taklit ediyor olsalar dahi onları bir araya getiren şeyin taklit etmek olduğunu savunur. Aristo’nun tanımında şiir, insanları, nesneleri veya hadiseleri taklit etmektir.
“şiir asla sona ermez”
Paul Valery şiirin asla sona ermez bir şey olduğunu iddia eder, onu girift bir idrak cihazı olarak tanımlar ve ekler, “Şiir, çığlıkların, gözyaşlarının, okşayışların, iç çekişlerin belirsiz olarak anlatmağa uğraştıkları şeyi veya şeyleri konuşulan dilin gereçleri ile anlatmak ve bir yeni varlığı sahip kılmak çabasıdır. Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir gayesi yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir”. Şiir önceleri taklit gibi bir kelimenin içinde hapsolmuşken, sonrasında etrafına sınırlar çizilip belirsizlik ve karmaşıklık sahibi yeni bir varlık atfıyla somutlaştırılmıştır. Tarihsel ve kültürel bağlamda yakınlarda, poetika ismiyle eser veren Necip Fazıl Kısakürek de şiirin ne olduğu konusundaki tartışmaya kendi penceresinden bakmıştır. “Şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak mutlak hakikati arama işidir.” Şiir şimdi de içinden çıkılamaz, sonuca varılamaz bir eyleme dönüşmüştür.

ŞİİR SADECE ŞİİRDİR
Şiire giden yolu çizerken taklit metodunun tartım, şarkı ve ölçüden oluştuğunu yazmıştır Aristo, Poetika isimli eserinin günümüze ulaşan parçalarında. Taklidin insanın doğasında tartı ve şarkıyla birlikte var olduğunu vurgulayan feylesof, şiiri de her ne kadar suni bir kelimeye sıkıştırmış olsa da ruhun tabiatıyla birlikte kabul etmiştir. Yola aramak amacıyla çıkan Necip Fazıl ise yol ayrımlarında hassas bir teraziyle dengeyi inşa etmektedir. Hakikati arama eylemi ilim ve şiir isimli iki yola ayrılır. Şair iki yolun da fikri alet olarak kullandığını söylerken terazinin kefelerinde meltem rüzgarı kadar hafif ama hissedilir hareketi gözlemleyebiliriz. İlim, fikri akılla harmanlayıp kullanırken şiirin arayış yolunu hırsıza benzetmiştir. Sessiz, ismi cismi belirsiz bir biçimde, hayalet gibi bir arayış.
Şiir bunların hepsi veya hiçbirisidir. Mısraları arasında dünyayı dizen bir mefhumun kendi kendini tanımlamasını, bir yer beğenmesini bekliyoruz sanki. Belki de şiir sadece şiirdir, tanımını ve yolunu kendinde saklayan bir şeydir.
[1] Homeros destanlarından başlayarak benzeri destanlara verilen ad(epos: söz, poiein: yapmak).
[2] Yunanistan’da MÖ VII. Yüzyılda bazı şölenlerde söylenen doğaçlama şarkı.
İSKEMLE YAZI EKİBİ
Yayımlayan