Adam ceketini aldı masadan. Uykusuz gözlerine sığdıramadığı her şeyi. Yüzünde yapılacakların kaygısı, altı çizili satırlarla dolu kitabı, zayıfça bedenine tezat zihin ağırlığı. Bunlardan kurtulmalıydı bir an önce. Yazılarını eline almıyordu aylardır. Kelimeler. Sığındığı yegâne şey. Zaten kimse olmadığında kendisiyle konuşurdu hep. Sadece o zamanlar mı? Aslında kalabalık içinde de.
Mutsuzluğun hayatının önüne bir perde gibi indiği anlar olmasa her şey ne de güzel olacaktı. Sevincin, heyecanın koşar adım yürümek istediği zamanın bir sabun köpüğü gibi eridiği yaşamında üzüntüsü neden taş kesilirdi?
Anneannesinin sözleri geldi aklına: “İlerde çok büyük adam olacak bu.”
Yaşadıkça anladı. Hayatın ne kadar küçük bir yer olduğunu.
Ayakkabısından sıkılıp siyah terliklerini ayağına geçirdiği bir günün sabahında aynı türkü çalıyordu. Müziğin ruha iyi gelen kısmından nasiplenemedi. Odaya özenle astığı tablolara baktı, hepsi yerinden oynamıştı. Düzeltmek gelmedi içinden. Hayatındaki tüm düzene karşı bir tablo ayaklanması kulağa hoş geliyordu. Kapıyı kilitlemeden çıktı, nasıl olsa beş on dakika sonra bir evrak istenecek, uzun boyunu saklayarak kafasını eğip merdivenlerden çıkacak ve perdesini kımıldatmadığı o odaya tekrar dönecekti. Yavaş yavaş indi. Bu basamaklar kayısı ağaçlarının olduğu geniş sekiyi getiriyordu aklına.
Bir ağacın dibine oturup içinde renkli resimler olan ansiklopedinin sayfalarını çevirdiği günler… Gülümsedi, o günlerde kendisinden çok daha konuşkan kızı hatırladı. İlkokulda öğretmen herkes istediği kişiyle otursun dediği an önlüğündeki yamayı kapatarak gelip yanına oturmuş, renkli resimlere baktığında karşısına dikilmiş “Söylesene ne renk senin gözlerin?” diye sormuştu. “Bilmem.” demişti utanarak. “
İnsan gözünün rengini bilmez mi hiç?”
Bir kahkaha ardından.
“Bilmez.” dedi inerken merdivenden.
Alt kattaki sıraları dağınık buldu. Hafta içi derslerinden kalma birkaç kâğıt parçası yerdeydi. Öğretmenin doldurmadığı sınıf defterini alırken hayıflandı. Uyarmıştı oysa. Hayatındaki boşluğu düşündü, her gün doldurmak için uğraştığı ama başaramadığı o dipsiz kuyuyu.
Gözlüklerini takıp sınıfa tekrar baktı. En ön sırada öğrencinin kazıdığı yazı ilişti gözüne. ”Vazgeç gönlüm sen bu aşktan.” yazıyordu büyük harflerle. Sana kıymet veren mi var diye devamını getirecekti ki yüzüne yine bir gülümseme geldi. “Kahverengi.” dedi içinden, “Ama en açık tonu.” Kızın aynı soruyu tekrar sormayacağından emindi. Cevabın da bir anlamı kalmamıştı.
Uyuyamadığı geceler yazı masasına oturur tek cümle yazardı. Bazen de kelimeler kendiliğinden dökülür yazdıkça yazası gelirdi. O gece de deftere uzun uzun bakmış yalnız tek bir cümle yazabilmişti. Böyle sabahlarda herkesten önce okula gelir, etrafta ruh gibi dolaşır pek az konuşurdu.
Çalışanlara tek tek laf anlatmak zor geldi. Birkaç sıranın yerini değiştirip fazla olanları dışarı çıkardı.
Oysa kalabalıktan sıkıldığı an koşar adım çıkardı, her bir basamakta hayatında olduramadıklarına hayıflanır “keşke” ile başlayan cümleler kurardı. Olanların da bu keşkeler çekmecesinden sıyrıldığını düşünür kısır döngünün hangi kıvrımında olduğunu merak ederdi. Hayatındaki fazlalıklara sıralara davrandığı gibi davranamıyordu. Elinin tersiyle ittiği çabucak yanında bitiyordu. Aynı yolda yürümek, yüzleri farklı olsa da ruhları ikiz kardeş kadar birbirinin benzeri insanlarla muhatap olmak, tozlu odanın kokusunu içine çekmek… Bir başkasına nasıl koktuğunu düşünmeyeli uzun zaman olmuştu.
Çalışanlardan birinin yanına gelmesiyle uyandı bu düşüncelerden. Önemli bir haberi biran önce vermek istiyor, hızlı hızlı soluyordu. “Öğleden sonra geliyormuş başmüdür.” dedi, yüzünde telaş ve korku birbirine karışmıştı. Konuşurken kelimelerin çoğunu yutuyor ve anlaşıldığından emin olmak istiyordu. Geldiği gibi çabucak ayrıldı yanından. Omuzlarına sorumluluk bindiği zaman yalnız kaldığını hissederdi, şimdi de öyleydi. Yapılması gerekenler bir yol gibi uzuyordu karşısında ve bu yolda nasıl yürüyeceğini de kendisi belirleyebilirdi. Elleri ceplerinde, umursamadan gidenlere hayranlıkla bakan gözleri kendi içine döndüğünde aradaki uçurumu daha net görüyordu. Hızlı davranmalıydı, çok düşünmeliydi, yorgunluk nedir bilmemeliydi.
Göz kapakları çöktü, sinirlendiğinde aynı noktada sabitlenen gözleri kadını fark etmedi ilk başta.. “Ne kadar da uykusuz görünüyorsunuz.” dedi karşısındaki ses.
“Uykusuzum çünkü.” diye karşılık verdi. Kadının yüzü asıldı, kısa bir cevap beklemiyordu belli ki..
Umursamadı, başkalarının ruh halini çözümlemeyi uzun zamandır bırakmıştı. Kendi kurduğu cümlede başrolü oynayan “sız” ekine yoğunlaştı. Eklendiği her kelimeyi muhtaç bir insan kisvesine bürüyen bu sözcükle bağı yeni değildi. Parasız olduğu zamanlarda tütün içerdi, tütünsüz kaldığı bir dönem de sigarayı bırakmıştı. Kimsesiz olduğunu düşündüğünde annesine yok yere bağırmış o odadan çıkarken bir annenin terlik sesinin bile kırılıp dökülebileceğini fark etmişti. Kayıtsız şartsız kendisini sevdiğini düşündüğü kadının ilk şartnamesiyle karşılaştığında gerçek yoklukla tanışmış, yüzüne oturan ve gittikçe çürüyen gülümsemeyi tezatlığın kendisi olarak taşımıştı uzun süre.
Merdivenden inince tekrar aynı cılız ses:
-Ne kadar uykusuz görünüyorsunuz!
“Tüm gece kendi içime doğru bir yürüyüş yaptım, seni düşündüm veya bir başkasını, bilemiyorum.” dedi. Kadının yüzündeki şaşkınlık uzun süredir görmek istediği şeydi. Gerçekten gülümsedi, kadın önlüğü yamalı kızınkine benzer kısa bir kahkaha attı. Arkadaki çalışanın sırayı öne doğru itmesiyle kendine gelip mesafeyi ölçmeye koyuldu. Masa ile sıralar arasındaki uzaklığa baktı. Her şey kusursuz olmalıydı, insanlarla arasındaki mesafe hiçbir yanlışlığı kaldıramazdı.
Adam dere kenarına indiği günleri anımsadı, ruhu bedeninden ayrı koştuğu saatler soluğu burada alırdı. Su ile konuşur, anlattıkça anlatası gelirdi. Su üzerine yazdığı yazıları kırk kilit arkasında saklamasına gerek yoktu, kendiliğinden kayboluyordu. Eline aldığı bir çubukla solucanlarını dürttüğü toprak bin bir çiçekle karşılık veriyordu kendisine. Ya insanlar… Her zaman anlaşılmayı bekleyen insanlar, kendinden bahseden, bahsettikçe üstünlük duygusunu perçinleyen insanlar… Paylaşmanın nasıl bir ziyan olduğunu vuruyordu yüzüne!
Bir sesle irkildi. Suyun içindeyken derin bir dalgayla yayılan sesle…
Alışkın olduğu sükûnetinde ani yükselişler rahatsız ediyordu bünyesini. Cızırtılı bir kadın kahkahası, heyecanla anlatılan olaylarda sözcüklerin zıplayarak ileri atılması, bilmem kaçıncı mevkiden aşağı bırakılan taş yığınlarının zihnine çarpması gibi parçalayıcıydı. İktidarın yüksek sesle bir alakası olmadığını anlatmalıydı bu topluma. “Anlatmak mı? Boş ver gitsin.” dedi kapıya yönelerek.
Başmüdür kısa boyundan beklenmeyecek uzun adımlar atarak yürüyordu. Ruhumuz da böyleydi, eksikliklerimizi kapatmak için en soylu tarafımızdan bir kuyruk keser onu dik tutmanın çabasına girerdik… Bu çaba ne kadar da alçaltıcıydı oysa.
Atılan adımlara karşı kendisi geri geri gidiyordu, kadının topuk seslerini duyana kadar sürdü bu geri gidiş. “Mutsuzum.” dedi kısık bir sesle. Elindeki kitabı gösterip, “Bunu okumak gidermiyor mutsuzluğumu, konuşmak yaramıyor işe… Beni takip eden bir duvarla yaşıyorum.” diye devam etti kadın. Onun mutsuzluğunun etrafında bir pervane böceği olmalıydı. Kızıl saçlarını ateşe benzetti, koyu renk ruju közden parçalar, uzun boynu gökyüzüne ulaşan dumandan bir gölgeydi. Kadının gözleri içine daldığı su gibi çekti onu, kulaç attıkça battığı, nefes almak isterken soluğunun kesildiği o su işte karşısındaydı.
Sabah duyduğu türkünün sözlerini anımsadı:
“Uyur idik uyardılar,
Diriye saydılar bizi.”
Başmüdürün sesinin tonu gittikçe artıyordu. Gözleri yuvalarından fırlamış bir halde kendisine doğru ilerlerken bu anın içinde olmak istemediğini düşündü. Hayat insanlara bir armağan sunuyordu, paketi açıp içinden fırlayan zaman kırıntılarından istediğini seçebilir, kısa bir süre bununla mutlu olabilirdi. Hangi zamana gitmek isterdi? Üniversite yıllarında kendisine yardımcı olmaya çalışan bir eli tutup parmak uçlarından öpmüştü, kız önce şaşırmış sonra gülümsemiş ve mutlak sevgiyi yaşadığını düşünmüştü. Dokuz uzun mektup almıştı kızdan ama hiçbirine yanıt vermemişti. Pembe çiçekli elbisesinin içinde kızı izlediği zamandı gitmek istediği.
Koridorun kısaldığını hissetti, ayaklarının altından kayan zaman onu gerçek dünyaya fırlattıkça gerisin geri kadının yanında buluyordu kendini.
Kâh elindeki kitabı alıyor kâh yüzüne bakıp gülümsüyordu. Kadının kızıllığı dalga dalga yayılıyordu yüzüne. Gördüğü rüyayı anımsadı, bir bahane bulup ona yaklaşıyor ama bunun kabul edilemeyecek bir hamle olduğunu düşünüp geri çekiliyordu. Uyandığında dilinin damağına yapışmış olduğunu hissetti.
-Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz?
Sesi duymazdan geldi. Bugüne kadar istediği her şeyi yapmış mıydı? Yorgunluktan ve uykusuzluktan harap olmuştu. Umursamaz bir ifadeyle baktı başmüdüre. Aklından geçenleri derleyip toparlayıp koysaydı bağıran bu adamın karşısına, durmaz kaçardı. Çocukluğunda yastıkları birleştirip arasına bez gererek yaptığı küçük evine sığınmak istedi. Ya da bu hayatta onu uzun uzun dinleyen tek kişiye soluksuz anlatmak her şeyi… Nereden başlayacaktı? Gülümsedi. Kadını gördüğü her an bu gülümsemeyi yüzüne bilerek yayıyor, tüm huzursuzluğunun kaybolduğunu hissediyordu. Düşünürken de aynı hisleri yaşamak hoşuna gidiyordu. Onun vücudundaki her devinim istemsizce harekete geçiriyordu kafasındakileri. Kâkülünün hemen altındaki bir çift göz her şeyin farkındayım der gibi bakıyor arkasından dudaklarının kıpırtısız, iki siyah nokta kısılarak gülümsüyordu.
-Heyyy! Size diyorum, bu rezaleti açıklar mısınız?
Adam aklındaki kızıl görüntüyü silemeden başmüdürle karşı karşıya geldiğini anladı. Anlatmaya nereden başlayacaktı? Kabuğundan çıkamayan, duygularını dışa vuramayan biri için anlatmak, açıklamak kolay mıydı? Elindeki kitaba daldığı bir gün kadın karşısına geçip beni neden görmüyorsun, diye sormuştu. Sorunun şaşırtıcı etkisine karşı sesi durgun, hareketsiz ve havada asılı kalmıştı. Bazı sesler tıpkı anılar gibi saklanmalı, yazıya geçirilmeliydi. Hatta seslerden oluşan bir sergi düzenlenmeli yağlı boya ve hüzünle yapılmış olanları talipliler alıp gitmeliydi. Seni görüyorum, dedi en mahcup haliyle. Kadın odadan çıkınca kitaba yöneldi, okuduğu satırların altını çizip küçük bir not iliştirdi: “Sesinde ne var biliyor musun/Söylenmemiş sözcükler var!’’
Söze başlayacağı an etrafına bakmayı akıl etti. Başmüdürün yanındaki beş on kişi ipte sallandırılan mahkûmu izler gibi gözlerinde ayrı bir heyecanla bakıyordu. Utancın yeşerdiği topraklarda hep bir başkasının bakışları vardı. Cevap vermezden önce hızlı düşünmeli karşısındaki kalabalığın beklentisini ölçmeli ve ona göre konuşmalıydı. Ancak ne mümkün… Kelimeler düğümlenmişti, konuşmak şöyle dursun ellerini cebinden çıkarmayı bile düşünememişti.
“Bir de idareci olacaksınız! Siz kendinizi bile idare edemiyorsunuz be!” diye, gürledi ses.
Hakaretleri duymuyordu. Etrafındaki insanlara durumun nasıl göründüğünün de bir önemi yoktu. Oturup iki kelam etmeyeceği, bir bardak çay içmeyeceği bu adam karşısında bağırıp dursun, istediğini söylesin… Etraftaki kınayıcı bakışlar üstünde biriksin. Bu birikintiye bakan müdür daha da gürlesin bir çağlayan olsun. Kimin umurunda! İnsanı değerli kılan başkaları değildi nasıl olsa. Elini cebinden çıkararak müdüre doğru konuş konuşabildiğin minvalinde bir hareket yaptı. Övgünün beklentisi yerini sövgüye bırakınca, izlenmeye değerdi.
Sahnede olmak hoşuna gitmedi. Bu ortamı terk etmeye, kaçmak denilmemeliydi, gururunu yerden toplamaya ihtiyacı vardı. Yürüdüğü yolda uzayan saçlarını geriye itip pembe çiçekleri düşündü. Kızın hep genç bakan gözleri… Üniversite yılları. Ders arasında dışarı çıktığında o siyah hare. Kütüphanede çalışırken, yemek sırasında hep o siyah hare. Umursamaz oluşunun tadını doyasıya çıkardığı o yıllar. Sevildiğini düşünmek insanın koltuklarını kabartır, yüzüne başka bir hal getirir. Ne zaman morali bozulsa, kendini birkaç basamak aşağıda hissetse işte yardımına koşan o siyah hare… Yaşamının ötesinde beğenilme hissi umutsuzlukların hepsini kovuyordu zihninden.
Dokuz uzun mektup geldi aklına. Zarfa bakıp gülümsediği ve bir kenara bıraktığı mektuplar. İçinde bir duygu yeşeriyorsa suyun nereden geldiğinin önemi yoktu. Açıp okumamıştı. Duymaya alışık olduğu tecrübesizlik kokan sevgi sözcüklerine ihtiyacı yoktu. Alışkın olduğu beğenilme duygusuna bir darbe indirebilirdi acemi sözcükler. Unutamadığı pembe çiçekler nahoş kokular saçabilirdi etrafa.
Yaş ilerledikçe sorgusuz sualsiz ihtiyaç duyuyordu insan o kokuya. Açıp okumaya karar verdi. Boş müdürün, baş mı demeliydi, boş sözlerinden de sıyrılırdı zihni. İlk mektupta umduğu sevgi sözcükleriyle karşılaşmadı, ikinci de, üçüncü de de. Zarfları hızlı hızlı açtıkça hayal kırıklığı büyüyordu. Kahrolası cümlelerde hep aynı ısrar vardı. Kendisine yazılmamıştı bunlar. Yanındaki arkadaşına cesaret edilip verilememişti. Rica minnet hatta ısrar kıyamet onun aracılığıyla verilmek istenmişti. Aracı kılınmıştı. İnanamayan gözlerle baktığı mektupları yakmak istedi. Sevgi bitince yazılan, söylenen ne varsa yakma eylemi anlaşılabilirdi belki ama bu durum… Ortada ona ait olmayan yüzlerce sözcükle kalakalmıştı.
Olmaz olsun çiçekli elbisen dedi, ayağının ucundaki taşa bir tekme savurarak.
Cılız ses yine kulaklarında çınladı. Neden beni görmüyorsun?
Bakmanın ötesinde görmenin sınırlarını zorlamalıydı artık. Hızlı hızlı çıktığı basamaklarda terlikleri ondan önce gidiyordu. Kadınla karşılaşma umudu içinde gittikçe büyüyordu. Bir topuk sesi tüm hüznünü alıp götürecekti sanki. Kızıl saçların gerisinde o gözlere bırakmalıydı benliğini. Bir kahkaha ile irkildi. İnsan hiç bilmez mi gözlerinin rengini! Kahverengi diyecekti ki ortadan kayboldu, cevabı beklemeden uzaklaştı topuk sesi… Masasının üzerine bir kâğıt bırakmıştı:
‘’Değil, inan değil,
Dal yeşil gök mavi değil
Bilsen ben hangi âlemdeyim sen hangi âlemde
Aklından geçer mi dersin, aklımdan geçen şeyler
Sanmam
Yıldız ve rüzgâr payımız müsavi değil
Sen kendi gecende gidersin ben kendi gecemde
Vazgeç
Ayrıdır bindiğimiz gemiler!’’
Okuduklarını içinden tekrar ederek yürüyordu. Saçlarını karıştırıyor, uzayan sakalına dokunuyor yanılgısının boyutlarını ölçüyordu. Uzun bacakları gördü ilk. Karşıdan gelen bisikletli kadın göz kırpıp hızla uzaklaştı yanından.
Gülümsedi adam… “Anlatamam” dedi, “Bundan da bir hikâye çıkar.”
SİBEL YAZ AVCU
Yayımlayan