Medya, Kültür, Toplum Buluşmaları’nın dördüncüsü yoğun bir katılımla Beyoğlu Mephisto mekân sponsorluğunda gerçekleşti. Sinema tarihçisi, SİYAD ve TÜRSAK’ın kurucularından olan Burçak Evren ile Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu, Fatma, Kesişme: İyi ki varsın Eren gibi film ile dizilerin yönetmen ve senaristi Özer Feyzioğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı etkinliğin moderatörlüğünü ise gazeteci Ali Demirtaş üstlendi.
İZLEYİCİYİ GERÇEĞE İKNA ETMEK ARTIK ÇOK ZOR
Buluşmada ilk söz alan Özer Feyzioğlu konuşmasına şöyle başladı: “İnternetin yarattığı dijital devrim, insanların tükettikleri sinemasal içerikteki gerçeklik algısını değiştirdi. Dijital devrim hem tüketim mecrasında hem de üretim araçlarında büyük bir devrim yaptı. Kimi bunu demokrasi olarak değerlendiriyor, kimisi sanatın çöp olması olarak değerlendiriyor. Bu dünyaya ve sanata bakış açınıza göre değişir. O kadar çok şey çekiliyor ki artık, biz bir takım gerçek ve çok etkileyici olayları gerçekten iyi ve doğru çekilmiş haliyle gerçeğini görebiliyoruz. O zaman ben hangi kurguyu izleyiciye gerçek diye anlatacağım da karşımdakinde duygusal bir etki yaratacağım? Artık izleyiciyi hem kullandığınız dil olarak hem de anlattığınız öykü olarak gerçeğin ne olduğuna ve izlediği şeyin gerçek olduğuna ikna etmek çok zor. Bu nedenle belki bir tür tembellik, biz üretim tarafındakiler gerçek öykülerden yola çıkıyoruz ki bir anlamda bir-sıfır galip başlayalım. Ya da en azından mağlup başlamayalım.”
SİNEMA TERBİYE VERMEZ, YÖNETMEN DE TERBİYELİ OLMAK ZORUNDA DEĞİLDİR
Feyzioğlu’nun ardından söz alan Burçak Evren ise “Etik kime göre etik, kime göre değil? Kişilere göre değişken olan bir durumu var. Bir de gerçek nedir?” sorularıyla konuşmasına başladı ve şöyle devam etti: “Siz kimi zaman fotoğraf makinesi ile bile gerçeği alamazsınız. Yaptığınız kadraj bile bir yönlendirmedir. Çünkü o sizin gerçekliğinizdir. Sinema terbiye vermez, sinema bir şey de vermez. Yönetmen de terbiyeli olmak zorunda değildir. Terbiye de etik gibi izafi bir kavram. Sinemada bir tarafta özgün senaryolar vardır, bir de uyarlama senaryolar. Yönetmen uyarladığı esere ne kadar çok ihanet etti ise o kadar iyidir. Bu ne demektir? Yani eğer yönetmen bir romanı birebir olduğu gibi uyarlarsa şu soru ortaya çıkar: Yönetmen burada ne kattı? Tabii ki romanın ana fikrine ve ideolojisine saygılı olarak onu özgürce uyarlamalıdır.
Çünkü kelimeleri kuracak, mizansen ekleyecek, dramatik bir yapı verecek, dahası onu görüntüye dönüştürecek ve kurgulayacak… Bir sanatçının yaptığını tekrarlamak bir sanatçılık değil, aksine uyarlama senaryolarında ihanet etmek, istediği gibi kurgulayarak yapması çok önemlidir. Aynı şey biyografiler için de geçerli. Siz bir biyografiyi kronolojik olarak hiçbir değişime uğratmadan, olayları ardı ardına anlatırsanız o hiçbir zaman bir sinema olarak ya da bir sanat eseri olarak izlenmez. Yönetmen mutlaka o yaşam biçimini bir de düşsel imgelerindeki yaşamla harmanlayıp onu bir bütün olarak sunmalıdır.
Sinema terbiyeli veya ahlaklı olmak zorunda değildir ele aldığı konu neyi gerektiriyorsa, yaşamda bunun karşılığı ne kadarsa aynısını yapmak zorundadır. Onun için sinema kimilerine göre terbiyesiz, kimilerine göre de değildir. Bu nedenle mutlaka biyografiler sinemaya aktarılırken ikinci bir süzgeçten geçer. İkinci bir sanatçının o gerçeği kendine göre ama ana fikrine ve omurgasına bağlı kalarak, dilediği gibi yapabilir, bu yönetmenin özgürlüğüdür. Yönetmen gerçeğe ne kadar ihanet ederse ancak o kadar başarılı olabilir. Tam tersi durum ise geri teper.”
SON YILLARDA YAPILAN EN BAŞARILI FİLMLER MÜSLÜM, AYLA VE NAİM’DİR
Son yıllarda yapılan en başarılı üç biyografik filmi ise şöyle açıkladı Evren: “Müslüm, Ayla, Naim. Örneğin Müslüm filmini düşünelim. Müslüm Gürses’in hayatını tümüyle bilenler, bu filmde onun karşılığının birebir olmadığını görürler. Ağabey, Müslüm Gürses, baba ve olaylar öyle değildir. Ama ana omurga ve onun yaşam öyküsünün dili doğrudur. Bunu süslemek yönetmene bırakılmıştır. Yönetmen elbette bir özdeşleşebileceğimiz bir kahraman yaratmak aynı zamanda da size onu izletmek için olayları farklı bir şekilde değerlendirir.
Ayrıca biyografileri kronolojik bir sırayla anlatılmak zorunda değildir. Aynı zamanda biyografileri ve gerçek hayattan beslenen filmleri dramatize etmek gerekir. Bunu yapmadan o yapımın izlenmesi mümkün değildir. Dünyanın en güzel belgeseli bile eğer dramatize edilmediyse izlenmez. Peki gerçek yaşamdaki öyküye uymadığı için etik dışı mıdır bir film? Hayır değildir, o yaşam bir başka sanatçının elinde bir sanat eserine dönüşmek zorundadır. Bu nedenle o gerçek yaşam kurmaca yaşamla kaynaşmalıdır. Bu da sinemada mümkündür. Ancak şu da var. Siz bilinen bir öyküyü ideolojisinden ve omurgasından saptırarak anlatırsanız bu etik dışıdır.”
GERÇEK KANDIRMACA BİR LAFTIR
Gerçeğin bir kandırmaca laf olduğuna dikkat çeken Özer Feyzioğlu ise aslında gerçek öykülerin söylemek istenilen sözler için birer taşıyıcı olduğunu vurguladı: “Birinin hayatını filme alıyor olabilirsiniz. Ama eğer sizin derdiniz ansiklopedik bilgiler vermekse o zaman zaten kaybetmeye mahkumsunuz. Siz sanatçı değilsiniz. Sizin yarattığınız eserin türü de giderek yarı belgesel film denen türe girer. Eğer siz o gerçek yaşanmış olayı kendi sözünüzü hayata dair söyleminizi ve duruşunuzu kullanarak aktarıyorsanız yarattığınız eser giderek bir sanat veya sinema eserine dönüşür.
Biz üreten ve mesleği film yapan insanlar olarak bazen bir duygudan yola çıkıyor bazen de bir ticari fikirden yola çıkıyoruz. Çok samimi ve açık olmak gerekirse Naim filmi bir ticari fikirden yola çıktı. Ben bu süreçte Barış Pirhasan ile senaryoyu yazarken ve filmi çekerken bir tercih yaptım. Naim Süleymanoğlu gibi bir karakteri veya en sıradan insanı bile pek çok açıdan anlatabilirsiniz. O filmde benim yapmaya çalıştığım şey şuydu: Her kahraman bir kurbandır. Naim kendini toplumunun sesini duyurmak için kurban etmeyi seçti. Bu bir. İkincisi kurbanların ve kahramanların da bir duygusu vardır. Benim bu filmde tercihim Naim’i duyguları olan bir insan olarak göstermekti”
TARİH BELGELERLE YAZILIR, SİNEMA TARİH DERSİ VERMEZ
“Tarih belgelerle yazılır. Sinema tarih dersi vermez.” diyen Evren, sinemanın tarihi öğretmek ya da eğitim vermek gibi bir amacının olmadığının altını çizdi: “Belge yoksa tarih yoktur. Ama sinema belgelerle olmaz. Sinema düş ve imgeyle olur. Özgürlükle olan bir şeydir. Yönetmenin tarih veya gerçeklik algısıyla tarihçisi gerçeklik ve tarih algısı aynı değildir. Örneğin Osmanlı tarihini öğrenmek istiyorsanız tarih kitabı okuyun. Film veya dizi izlemeyin. Ama bir yönetmen olarak benim Osmanlı’ya bakışımı öğrenmek isterseniz benim filmlerimi seyredin derim. Tarihle, eğitim ve ahlakla sanatın hiçbir dalını bağdaştırmayın. Bir özgürken diğeri denetimlidir.”
Yayımlayan