Duvardaki çubukların sakin hareketlerini izlerken içimi çektim. Sağ elimi sağ yanağıma ne zamandır dayadığımı bilmiyorum. Elimi çekince karşımdaki aynadan kızardığını gördüm. Saatleri izlemek eskisi kadar heyecan verici gelmiyor bana. Çünkü eskilerin burnunuza bir kitap kokusu getirdiği, bir soba sıcaklığı hissettirdiği o “tik-tak” sesi yok artık akrep ve yelkovanlarda. Yani en azından ben öyle hissediyorum. Dakikaların akışını sessiz sakin şekilde izlemek canımı sıkıyor. Ama onu da bir şekilde hallediyorum, daha doğrusu dayanabiliyorum. Sonuçta kendi isteğimle geniş ama içindeki fazla eşya yüzünden kasvete boğulmuş eski sarı ağırlıklı salonun köşesinde bir sandalyeye oturup duvar saatini izliyorum. O yüzden ses çıkmamasına alışığım. Zaten aşırı sakin bir öğleden sonra oluyor. Halledemediğim şey biraz da bununla ilgili. Ama buna da dayanabilirim, öğleden sonra olmasına yani. Normalde dayanılabilecek bir şey değil gerçi. Bugünlük dişimi sıkıyorum. Öğleden sonra tam anlamıyla berbat bir zaman dilimi. Ne akşam olabilimiş, ne sabah kalabilmiş. Ne bir şey yeterince zaman var, ne de geç kalınmış. Diyorum da, dayanılacak şey değil. Düşündükçe boğuluyorum. O yüzden onu düşünmüyorum. Asıl düşündüğüm başka, asıl halledemediğim başka. Gerçekten eğer bunun bir çözümü olsaydı riskli olup olmamasına bakmaksızın denerdim ondan kurtulmayı. Ama yok. Bilmem kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, insanlar artık diğer insanların eliyle yaptığı kendi görünümlerindeki robotlardan daha aşağı seviyede görülür hale gelmiş, ama hâlâ Pazar gününü yaşamamanın bir çözümü yok. Haftanın bir gününü atlamak ne kadar zor olabilirdi? Gerçekten düşünmeden edemiyorum. Kim koyuyor bu kuralları? Ben neden kendi hür ve özgür irademle cumartesiden pazartesiye geçemiyorum? Hangi hür ve özgür iradem mi? Güzel soru, ben de bilmiyorum. İradeymiş, özgürlükmüş… Sanmıyorum bu zamanda insanların bunlara sahip olduğunu. Sahip olmayı da geçtim, ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar. Bilmiyorum. Bilmiyoruz. Hal böyle olunca koyulmuş kurala uymak zorunda kalıyoruz. Kim koymuş, neden koymuş, ne amaçlamış haberimiz bile yok. Hatta kural denen olgunun kapsam alanından habersiziz. Öyle dümdüz, bunu hiç düşünmeden doğan, büyüyen, yaşadığını sanan ve ölen insanlar var. Onlar gerçekten var. Zaman kimin? Yönetimi kimin elinde, göstergelerini de onu yöneten kişi yönetiyor olmalı. Peki bu Allah’tan insanlığa bir ceza olarak gönderildiğini düşündüğüm Pazar günlerini hangi yönetemeyen yönetici koymuş önümüze? Çıldırmamak elde değil demiştim, yavaş yavaş çıldırıyorum. Göz kapaklarımı kapatıp açtıktan sonra gördüğüm manzara kafamı yukarı aşağı sallamama sebep oluyor. Güzel. Bu güzel. Çünkü çıldırmak için en verimli ve uygun saatler bunlar. En verimli dakikalar. Bu yüzden hiç çıldırmamış insanlar hor görülür, bir kere bile delirmemiş insanlara insan gözüyle bakılmaz. Bu yüzden işte. Ömründe bir kez olsun Pazar günü denen laneti düşünüp çıldırmamış olanlar için. Pazar gününün bir tesellisi yok. Gün başladıktan sonra bitene kadar sancılar içinde kıvranarak acı çekiyorum. Çünkü “gün” denmeyi bile hak etmeyecek bir zaman dilimidir o anlar yaşadığım. Öyle ki Pazar için “gün” dediğimiz her an diğer tüm günlerin acı bir tebessümle köşelerine çekilip insanoğlunun nankörlüğünü düşündüklerine inanırım. Gün bile olamamış bir zaman dilimi işte, Pazar. O zaman diliminin ismini ben koymuş olsaydım, ona namümkün derdim. Çünkü o anlarda var olmanın mümkünatı yok! Var olmaktan kastım, elbette kendi tanımım kapsamında. Yoksa ben de diğer 7 milyar 924 milyon insan gibi yalnızca oksijen tüketiyor olmaya “var olmak” deseydim elbette ben de o anlarda var olurdum. Ama demiyorum. Çünkü var olamıyorum. Çünkü var olmak, çektiğim sancıdan yeni bir sancı doğurabilmemdir. Ben ise o anlarda yalnızca sancı çekiyorum. Hem de ne sancı. Diğer 6 gün yapabildiğim ve yapmam gereken ve zaten de yapmak istediğim hiçbir var olma eylemini yapamıyorum. Başlarda diğerlerine bakıp sorunun bende olduğunu çok kez düşünmüştüm. Onlar var olabilirken ben olamıyorsam, benim o ana karşı zayıflığımdandır belki diye. Güçlenmek için çok çabaladım. Ama karşısında savaştığım zayıflık benim çok da kuvvetli olmayan öylesine bir hamlemle yıkıldığında… İşte o an anladım. Bu, uydurma bir zayıflık. Asla diğer günlerin tam ortasında dikilmiş bekleyen gerçek barikatlardan değil. Bu barikatın arkasındaki beton köpük beton. “Kandırıldık!” diye bağırasımın geldiği anlar az değil. Özellikle işte bu zamanlarda. Tam bu anlarda. Yelkovan bir santimetre daha ilerledi. Bugün Cumartesi. Yelkovan, büyük bir hayal kırıklığı içinde pazara ilerlemeye devam ediyor ve bu kimsenin umurunda değil. Hiçbiri barikatı yenmeyi denemediği için barikatın sahte olduğundan habersizler. Bugün Cumartesi. Yine yaklaşıyor var olmanın sahte sancısı duvardan.
İSKEMLE YAZI EKİBİ
Yayımlayan